Powered By Blogger

27.11.2012

İşimiz İş !


Sosyal medyanın iletişime kattığı hızla twitterda insan kaynakları ile ilgili yazılanları, ilgili kişileri takip etmeye başladığımdan beri okuduklarım, beni de görüşlerimi yazmaya itti aslında. İnsan kaynakları hedefi ile stajlar yapmış ve eğitim programlarına katılmış ancak pazarlama iletişiminde iş deneyimi olan biri olarak gözlemlerim sadece aday olarak değil.
 
 
Son zamanlarda ik'daki copy paste eğitimden, örneklerden dolayı görüşmelerde hep aynı soruların sorulması ve bu sorulara göre de aday değerlendirilmesinin yanlışlığı tartışılıyor. Düşünün ki yeni başlayacak olan ile üst düzey posizyonlara "geliştirmek istediğiniz yönleriniz" dendiğini. Sorulacak sorular listesi verilmiş de onların dışına çıkılamıyormuş gibi bir sistem tıkanıklığı.


İk'ya değer veren, yön veren şirketler ise doğru sorular soruyorlar:
Satış görüşmesinde: Rakip bir firmaya geçtiğinizde eski müşterinizi yeniden kazanmak için nasıl ikna edersiniz?
Mağazacılık görüşmesinde: Gün sonunda kasada eksik var, ne yaparsınız?
Pazarlama görüşmesinde: En son hangi promosyon malzemesini ne kadara yaptırdınız? Bir organizasyon sürecinde en çok zorlandığınız nokta?
 
Diğer sık sorulan sorular:
Neden bizle çalışmak istiyorsunuz? Neden sizi seçmeliyiz?
Web sitemizi nasıl buldunuz, daha iyi olması için önerileriniz nedir?
Yeni evlenmişsiniz, çocuk düşünüyor musunuz?
Ve diğer pozisyonlara yönelik teknik, sistemsel sorular, testler...
Ne var ki sorular tek başına yeterli değil.Kişilik envanter testleri gerçekçi ve destekleyici oluyor aşamalarda.


 

Bir danışmanlık firmasına iş görüşmesine gitmiştim. Karşımdaki insan o kadar güzel bir dille her şeyi akışında doğru cümlelerle anlatmıştı ki görüşme bitsin istememiştim. Bazen işini hakkı ile yapanları alkışlamak lazım. Çünkü eminim onlar da biliyorlar ne iyi firmalarda ne vasat çalışanlar olduğunu. Özetle iş dünyasında çelişkiler her yerde! 

Görüşmelerin o firmanın kurumsal kimliğini kesinlikle yansıttığına inanıyorum. Doğru işi doğru insan doğru şekilde yönettiğinde o markanın değeri bir çıt yukarı çıkıyor. 
Ancak görüşme sırasında öksürmekten adayı dinleyemeyen, masa altında bacak sallayıp "bitse de gitsek içerde işler bekliyor" tavrı sergileyen, henüz adayın iş teklifini onaylamasını beklemeden işe giriş evrak listesi gönderen, daha işe girişi yapılmadan adayı arayıp da saygısızca ona baskı yapmaya çalışan, görüşme süresini kendileri uzattıkları halde görüşmede sıkılan gözlerle bakan nice insan portresi varmış meğer. 

 

 
Malesef iş dünyasındaki kazanımlarınız, kendinizi geliştirdiğiniz noktalar her zaman kartvizite yansımayabiliyor. Bu yüzden doğru değerlendirilmek önemli. Ancak ik çalışanları da unutmamalı ki işverenin aday seçme hakkı olduğu kadar adayın da işverenini seçme hakkı mevcut.

 

Değer vermek, değer görmek adına görüşme süreçlerinin kalitesi önemli. Eminim çok çeşitli deneyimler mevcuttur yaşanmışlıklarda. 



20.07.2012

Aidiyet Olduğu Yerde...

Aidiyet duygusunun önemi, hissedilmesi, aidiyetin olduğu yerdeki hislerin farklılığı... İnsanın kendini bir yere, işe, projeye, kişiye, aileye, gruba dahil hissetmesi, yakınlığı, orada yerinin olduğunu bilmesi çok önemli. Bunu bilen kişilerin yansıması ise şüphesiz olumlu yönde etkili.

"Hangi mekanlarda, kimlerin yanında, nasıl işlerin içinde aidiyet duygumuz varolabiliyor?" Düşününce belki hemen akla gelmese de biraz kendimize zaman verip, bunları not alabilirsek atacağımız adımlarda bu notları gözden geçirerek karar verirsek mutlu olma yüzdemiz daha fazla olacaktır diye düşünüyorum. 

Örneğin, kapısı daima açık, bilgi ve deneyimleri ile bana ışık tutabilecek, bilgime doğru ekler katabilecek yöneticilerin olduğu yerde işimi eksiksiz, tam yapmak için daha çok çaba sarfederim. Bunun sağladığı huzur ve mutlulukla daha verimli çalışır, sorunları çözmek için daha kolay iletişim kurabilirim. Çalıştığım yeri benimmiş gibi görüp orayı daha doğru ve daha iyi temsil ederim. Oranın bir parçası olduğumu bilmek güven verir.




İnternette bazı yorumlar okudum. İş yerinde aidiyet duygusunun insanı hayal kırıklığına uğrattığı, işi sadece iş olarak görüp değerlendirmenin yeterli olduğunu savunanlar da var. İş için kişinin iş harici özel zamanından gereğinden fazla harcamaması gerektiği, olduğu kadar olmasının yeterliliği de tartışılmış. Kişiye özel görüşler tabi bunlar.

Beni aylarca görmese bile gördüğü anda kaldığım yerden devam edebileceğim dostların yanı bana yakındır. Beni bilen, gözüme bakıp "birşeyler var" diyebilecek olanların olduğu yerde daha mutluyumdur. Güvendeyimdir. Kendimi huzurlu ve mutlu hissedebildiğim yerler benim olmam gereken yerdir. Kendimi oraya ait hissederim ve daha çok ben olurum.

Aynı şey aile için de geçerlidir. Şevkat ve sahip çıkılma duygusu insanı oraya bağlar. Paylaşımının olması gerektiğini bilirsin. Gerçekten kulakla, kalple dinlenir, değerli olduğunu hissedersin. Evine girince orada ne olabileceğini bilir, ilişkilerinin arkasında durur, duygusal bağına zarar gelsin istemezsin. Ait olduğun yerden uzaklaşınca bu yüzden  özlem duygusuna geçiş yaparsın. Aidiyet sahiplenebilmeyi, sahiplenmeyi, korumayı, değer vermeyi, değerli olduğunu karşındakine hissettirebilmen gerektiğini beraberinde getirir.

Bu güçlü duygunun olduğu yerde kişinin sürekliliği, devamlılığı fazla olur.

"Aidiyet olduğu yerde ....... "diyerek herkesi kendi düşünceleri ile bırakıyorum.


Bunları düşünmeme sebep olan cümlesi ile Evre Kızıltepe'ye teşekkürler.



Evre Kızıltepe @EvreKiziltepe 

Aidiyet güçlü bir duygu. Bir bütüne, vatana, şirkete, aileye...ait hisseden kişi, potansiyelini kullanmak ister ve mutludur :)

27.06.2012

İş Hayatında "Zaman" Karmaşası

"Zaman Yönetimi" hepimizin ağzında olan bir tanım. IK eklerinde üst düzey yöneticilere, yönetim kurulu başkanlarına soruyorlar hep: "Gün içerisinde kaç toplantı yapıyorsunuz, toplantılarınız ne kadar sürüyor, en verimli toplantı kaç dakika sürmeli?" Kimi uzun, kimi kısa toplantıları tercih ediyor. Herkesin verim alma şekli farklı. Zaman hepimiz için önemli. 

Peki zaman gerçekten kim için ne kadar değerli. Ve bu kelime aslında iş hayatında farklı anlamlar taşıyor, ifade ediyor, açıklıyor...Yani zamanın tanımlayıcı etkisi, kattıkları ve götürdükleri mevcut.

Daha ilk iş görüşmesi için şirkete gidildiğinde kaç dakika beklediğinizden tutun da, görüşme süreniz bile o şirketin iç yapısını tanımlayabiliyor. En azından iç organizasyon süreçleri hakkında bazen gerçekten açıklayıcı olabiliyor. Ayna tutuyor içeriye bir nevi. Çünkü siz verilen randevu saatinin üzerine tam 2 saat danışmada bekliyorsanız yönetimsel bazı noktaların noksanlığını o sırada hissedebiliyorsuz. Üstelik çok net bilgi verilmeden uzun bir bekleyiş. Hele bir de o bekleyişe değmeyen yadırganır derecede yüzeysel 5-10 dakikalık bir görüşme ile sonuçlanıyorsa. (Başvuru yaparken duyduğunuz heyecan ne oldu? Hala orada mı?) Bu örnek nadiren yaşanabilir, ama gerçekten ilk anda içeri ışık tutar. Sonra içine girince yanılmadığınız noktalar olduğunu görürsünüz. Her yer mükemmel olamaz ama bazı süreçlerin yaşattığı sıkıntılar sizi çelişkiler diyarına sürükleyebilir. Çünkü o heyecan zamanla ızdıraba dönüşme potansiyeline sahip olacaktır. 

Sadece iş görüşmelerinde değil, tedarikçi-iş ortağı görüşmelerinde randevu saatlerine bağlı kalmak, toplantıları gerektiği noktalarda toparlayabilmek gerekli. O yüzden "Yönetimi" kelimesi var. Ama herkes yönetemez. Yönetebilmek çok değerli bir özelliktir. Yönetsel başarısı olan insanlar, yönetsel iletişimi doğru kullanabilenler iş hayatında daha güçlü konumlanıyorlar şüphesiz.

Duyduklarım, gördüklerimden yola çıkınca "zaman" konusunda bazı şirketlerin yaşattığı çelişkilerin çalışanı memnuniyetsizliğe itiyor olması gerçeğini görüyoruz. Bir evrak onayı için kapısında bir saat bekleten yönetici, içeri girdiğinizde de çalan telefonlara cevap vermekten sizi halen orada bekletmeye devam ediyor olabiliyor. Her lafınızın arasına bir telefon girebiliyor ve kapı aralayarak bir kafa içeriye uzatılabiliyor. En nihayetinde zaman-iş gücü paralel ise boşa geçen zamana yazık değil mi? Hele ki çalışana kendini nasıl hissettirdiği ayrı bir boyut.

Bazı işler kısa dilim zamanlarında yapılabilmek için büyük bir enerjiyle hazırlanıyor. Ancak sonuca bağlanmak için masada günlerce bazen daha fazla beklediği oluyor. Küçük zaman dilimlerine büyük heyecanlar sığdırıp, bekleme süresi boyunca o heyecanın şarjından iki çizgi silinmesi gibi birşey hissettiriyor bana. 

Peki mesai saati bitimine farklı yaklaşımlar desek. İşiniz bitmiş dahi olsa baskıdan "bir 15 dakika daha duruyum da öyle çıkıyım." halleri vardır. Ancak o 15 dakika da özel hayatımızdaki zamandan gider. Hele ki 5 dakikada trafik düzeninde nasıl da farklılıklar olabileceğini bildiğimiz bu şehirde. (Gerçekten yetişmesi gereken işlerin dışında tutuyorum tabi bunu. Yoksa hepimizin esnek alanları oluyor.)

Zaman yenilmeyen, içilmeyen, tutulmayan, görülmeyen birşey...Özetle İş hayatında "zaman" çok karışık bir kavram. Ama değeri tartışılmaz. Onu iyi kullanabilmek, verimli hale getirebilmek şart. (İç ses: düzeltebilmek için kişisel performansa çok ihtiyaç var...)



6.04.2012

İletisimi Yönetebilmek Bütün Mesele Bu



Sadece konuşmak iletişim olsaydı kelimelerde anlam aramazdık değil mi? Oysa kullandığımız kelimelerin anlamı kadar onları ifade ediş şeklimiz birbiri ile sıkı sıkıya bağlıdırlar. Beraber çalıştığım yöneticilerimden biri "bütün mesele iletişimi yönetmek" dediğinde demek istediğini zamanında anlayamamışım. Oysa bugün iş ve özel hayatımızın tamamen bunun çevresinde döndüğüne harfi harfine inanıyorum.




Satış, ürün, müşteri, bayi, çalışan arasındaki iletişimin doğru ve etkili olması işleri çok daha kolaylaştırıyor. Sorunu olduğu zamanda doğru şekilde iletmek, doğru kelime ve yaklaşımlarla aktarmak ve çözüm aramak her zaman daha geçerli. Eksik bilgi, uzun süre ertelenmiş olması, yanlış yaklaşım malesef olayları daha zor hale sokuyor. Herşey çözülse bile işimizle duygu dünyamız arasındaki yolda ayaklarımızın geri gitmesine engel olamıyoruz çoğunlukla.

Çalıştığım yöneticilerin, şirket sözcülerinin katıldıkları toplantılarda ve verdikleri röportajlarında durumları nasıl ifade ettiklerini gözlemliyorum. Örnekler vererek kullanılan ifadeler her zaman daha etkili oluyor. Genelde başlıklar da bu etkili benzetmelerden ve sözcüklerden çıkıyor aslında. Kötü giden durumları içimizden farklı şekilde(!!!) ifade etsek de bunların her zaman içsel kalması en doğrusu. Hani o sırada bir şekilde ağıza çekilmiş fermuar fotoğrafını çekip bakmak gerekli. 

Bu yüzden iletişim teknikleri eğitimleri her zaman geçerliliğini koruyor. Ağzımızdan çıkan her sözün bir etkisi, artısı, eksisi ve karşı tarafın bunu algılama biçimi var. Yöneticilerin dönem dönem çalışanları ile işe-özel hayata dair katkı sağlayacak konuşmalar yapmasının motive edici bir hareket olduğunu düşünüyorum. Hatta gündemdeki konular hakkında fikir paylaşımı toplantıları yapılmalı. İsteyen katılır, beğenen devam eder şeklinde.



Zaman zaman birilerinin içinde bulunduğumuz durumu ifade edişi, o güne kadar o olaya bakış açımızın daha dar alanlarda kısıtlandığını gösterebiliyor. Yani aralanan bir kapı ile ikinci rengi görebilmek gerekli. Tarzınıza, fikrinize uymasa bile  farklı renklerin bir palet üzerinde bulunması ile çıkıyor resimler en nihayetinde.   

Arkadaş, aile, eş, dost ilişkilerinde de böyle. Ufacık çocuğa bile olan yaklaşımımız, kelimelerimizin yumuşaklığı bizi ona göre konumlandırmasına sebep oluyor. Yanınızda çalışana hakaret edici, kırıcı sözler söylemeniz iş sonunda "emeklerime yazık olsun" la sonuçlanıyor ki malesef en gri tablolardan biri. Anne-bakıcı, anne-baba-cocuk, arkadaş-arkadaş, aile-akraba, müdür-çalışan, doktor-hasta vb. ilişkilerinde hep böyle. 

Eğer karşı tarafın iletişim kurma biçiminin sizinkinden çok daha geride olduğunu düşünüyorsanız bile bu iyi birşey çünkü doğru ve olması gerekenle, etkisi düşük olanı ayırmak için bir fırsat.


Bir de şu var ki en önemlisi de bu sanırım: kumandayı elde tutmak istiyorsak bunu mutlaka yapmamız gerekiyor. Bütün mesele bu!
Ancak bu da bir meziyet.
Kolay olmayan bir özellik.
Ama öğrenilebilir.




2.04.2012

Sahane Hatalar'la Benim Hikayem

"Şahane Hatalar" okuyucuyu gerçekle düş arasında mantıklı ve duygusal düşünmeye iten harika bir kitap.

Küçükken kitap içlerinde yol ayrımına girilen türleri çok severdim. Öyle olsun istiyorsan 35'e, böyle olsun istiyorsan başa dön diyenlerinden. İşte Şahane Hatalar seçimlerinizle sizi pek çok yola sokuyor. 

631 sayfa olmasına rağmen kitapta yolunuz tüm sayfalardan geçmeyecek ve hikayeniz ya çok kısa ya da çok uzun zaman dilimlerinde son bulabilecektir. (Seçimleriniz için kendinize vereceğiniz süre de çok önemli. Ben ciddi ciddi kafamı kitaptan kaldırıp pencereden dışarılara bakıp durdum ne yapmalıyım diyerek.)

İşte Şahane Hatalar'da benim hikayem. (Kitabı okumamış olanlar sanmasın ki bu sadece az olasılıktan biri. Hiç tahmin etmediğiniz akışlar var. İstediğiniz de kendinize yeni bir hikaye yaratabilirsiniz seçimlerinizi değiştirerek.)

Kapımın çalması ile 22 milyon dolar kazandığımı öğreniyorum. Ve hikayem başlıyor. Yapılacak o kadar çok şey var ki. En doğru kararları vererek kendi hayatımı çizeceğim. Mevcut işimden ayrılacak mıyım? Devam mı edeceğim? Kısa süreli dinlence ve ardından yeni bir başlangıç için ayrılıyorum. Sevgilim Aidan (ismini duyunca Sex&The City'deki Aidan'ı da düşünerek zengin ama mütevazi yaşantımın devam edeceğini sanıyordum ki...) aklımı çelerek kendime spor bir araba almamı öneriyor. Bu araba ile geçirdiğim trafik kazası ile evde uzunca bir süre yatmak zorunda kalıyorum. Bu zamanlarda ilişkimi düşünerek yola Aidan'la devam ediyorum. Oysa ilerleyen zamanlarda görüyorum ki başıma ne geliyorsa ondan geliyor. Bankadaki paramla aileme ve yakın çevremdeki herkese yardım ediyorum. Ve bu benim seçimim. Oysa kendime çılgınca birşey alabilirdim de. Kısa zaman içerisinde kontrol edilmesi zor bir rakamı doğru idare edemediğimi düşünüyorum. Ve finans danışmanım Jeremy'den yardım istiyorum. Aidan'ın yeni Harley motoru ilişkimizin önüne geçince Jeremy kısa süreliğine Aidan oluveriyor. Ancak yeni tanıdığım biri uğruna Aidan'dan vazgeçmemeyi seçiyorum. Ve evleniyoruz. Ancak Aidan kalan bütün parayı Unicef'e bağışlıyor ve beni terk ediyor.  Yeni başladığını sandığım hikayem gerçekten şimdi mi başlıyo yoksa burada bitiyor mu. Yeniden sıfırdan başlamak için Pankek Çiftliği'nde işe başlıyorum. Burası hem kiramı ödeyebileceğim kadar para kazandırıyor hem de dileğim kadar pankek yeme fırsatı sunuyor :) Ancak Pankek çiftliğinin sahibi Gordon tam bir pislik. Ucuzcu, sapıkça hareketleri olan katlanılmaz biri. Bu arada Aidan'ın benden daha genç biri ile benle beraberken çıkmaya başladığını da öğrenince o akşam restauranta gelen bir masa ile tartışarak Gordon'un beni işten atmasına sebep oluyorum. Ya çiftliği soyacağım, ya da sığınma evine gideceğim. Tam yol sığınma evine! Yolda bulduğum terrier karışımı ufak bir köpek artık tek varlığım. Adı: Lucky. Onu bırakmak istemesem de birilerinin sahip çıkması için kapı kapı geziyorum. Lucky'i sığınma evine sokamadığım gibi ona hiçbir yer bulamadığım için onunla bir alışveriş merkezinin arkasında kamp yapmaya başlıyorum. Hayata bak nereden nereye! Alışveriş merkezinin güvenlik görevlisi Ed bizi kameralardan fark etse de bugüne dek diğer şüphelilere yaptığını bize yapmıyor. Çünkü biz ona kendi hayatının bir kesitini hatırlatıyoruz. 6-7 gece bizi izliyor. Ed küçükken trafik kazasında can çekişerek kaybettiği köpeğini hatırlayarak bir akşam bizim olduğumuz yere 3000 usd ile bir not bırakıyor: "kendini güvenceye al". Hiçbir zaman o para ve notun nereden geldiğini bilemeyecek olmama üzülsem de o parayla bir evin bodrum katını kiralıyarak yeni bir sayfa açıyorum. Üstelik ev sahibim hayvansever biri. Sonrasında da her türlü yaralı, kayıp ve istenmeyen hayvanı kabul eden ilk hayvan barınağını açıyorum. Gerçekten önemli olan bir şey uğruna canınız çıkarcasına mücadele etmek, hayatınızı en umutsuz yerinden bambaşka birşeye taşıyabiliyor.

Hikayemdeki seçimlerimi başlarda duygusal şekilde yapıyorum ama hiçbir kapı beklediğimi getirmiyor. Ancak siz yine de okurken kendi hayatınızın içindeymiş gibi gerçekçi düşünüyorsunuz.  

İşte kitabın gizemi burada gerçekle, hayal arasında bir yerlerde.  



Şahane Hatalar - Heather McELHATTON, Tek Başlangıç Sayısız Farklı Son.

28.03.2012

Kendine Verdiğin Sözü Tutabilmek



İnsanın kendine verdiği sözleri tutabilmesi gerçekten çok önemli. Her yeni yıl gelirken hep yapmak istediklerimi düşünür ve yıl sonunda yine ne kadarını yapabildiğime bakarım. Aslında harekete geçmek ne kadar kolaydır da bin türlü bahanelerin beni durdurduğunu söylerim kendime. Yapılması gerekenin harekete geçiş kadar kolay olduğunu bilsek de saat çaldığında ertelemek kadar kolaydır kendimize verdiğimiz sözü tutamamak. 






Başkalarına verdiğimiz sözler, kendimize verdiğimiz sözlerden daha mı tutulasıdır yoksa yaptırım gücü daha fazla olduğu için mi daha önemlidir.

Sabah yarım saat erken kalkıp spor yapmayı istemek, daha çok kitap okumak için vakit ayırmak, görülmesi gereken yerler için farklı adımlar atabilmek, iş, yaşam, ev, ofis, sosyal çevre ile ilgili yapmak istediğimiz pekçok şey... Enerji azlığından, kaynak yokluğundan, zamansızlıktan sonuç olarak birşeylerden dolayı başlayamamak, yarıda durmak ya da birkez yaptıktan sonra eskiye dönmek. Oysa "hayatı yakalamak" buradan geçiyor. Sürekli aynı tempo ve durağanlık içinde yapmak istediklerimizi gömüveriyoruz kolayca. Sonra birşekilde karşımıza çıkınca "aslında ben de çok istiyordum" diyoruz.  Bunları yapabilenleri görünce beyindeki, kalpteki ampül yanıyor aniden. İşte o anda kendine söz verip tutabilmeli insan. Bir şekilde kazımalı. Diyete başladığının ertesi günü umursamadan vazgeçip başa dönmemeli. Başlangıç için "kararlılık, hırs ve iç motivasyon" şart. Çünkü tutamadığımız "zaman" o kadar kıymetli ki. 

Son zamanlarda hayatı yakalayabilenleri takip ediyorum. Benim için hayatı yakalayabilenler "hedefleri olan" insanlar. O hedefler için çaba gösterme gayretinden vazgeçmeyenler. Çünkü hayat tutunabildikçe, istediklerini yapabildikçe seni ittiriyor arkadan. Kendimize verdiğimiz sözlerin büyüklüğü küçüklüğü farklı olsun ama yeter ki olsun. Hele ki kış uykusundan uyandığımız şu günlerde daha çok "enerjimiz" olsun. Arkamızdan biri kovalıyormuşcasına gitmek, kolum dahi kalkmıyor diyerek ertelememek. 

İş hayatında hedeflerimize ulaşmak, yıllık plana uymak, müşteriye-müdüre-kendimize memnuniyet yaratmak için dünyamızı döndürüyoruz çaba ile. Sonrasında kendimize ait vakitlerde de dünyayı yavaşlatıyoruz. Aklımız, bedenimiz, ruhumuz biryerlerde takılı kalıyor. Günü 8'er saate bölme kuralı yaşamın değişen hızından dolayı tarih oluyor olsa da birazcık "alan açmak" şart  nefes aldığını hissedebilmek için. O yüzden orta yaş üzeri insanların niye "uykuyla zaman geçirince hayatı kaçırıyormuşum gibi geliyor"  dediklerini fark ederek anlamaya başladım bugünlerde.

Notlar alıyorum kişisel defterime. İlgimi çeken, kendime yakın hissettiğim, yapmak istediğim herşeyi yazıyorum. Onları yapabildikçe "daha mutlu, daha inançlı" olunacağını düşünüyorum. O yüzden haftasonlarınız, haftaiçi koşturmalarınız gibi geçiyor ise yanına tik koyabileceğiniz notlarınızın olma ihtimali yüksek demektir. 


Kendimize verdiğimiz sözü tutabilmek....Kendimize ve yakınlarımıza verdiğimiz değer gibi birşey. 




20.03.2012

Is Dünyasında Hot Potato Durumları


Hepimizin birebir yaşadığı veya şahit olduğu bir durumdur "hot potato". Sıcaktır el yakar, bu yüzden kimin eline düşerse, vakit kaybetmeden hemen bir başkasına atılır.


Genelde üst yönetimin talimatlarını yerine getirmek için harekete geçen yöneticiler daha üzerinde düşünme fırsatı bulmadan konuya start vermek için çalışanlara atarlar.

Süreç içerisinde el yakmadan kabukları soymaya çalışırız, ezme işlemine geçeriz. Biz patatesi ezer, sütü, tereyağı, tuzu katarken birden başkası onu servis etme yoluna dahil olur. Ama mutfakta çalışmış olmak da güzeldir bazen eğer yiyenler pişirene teşekkür ediyorsa. 

Hot potato işimizin pek çok yerinde karşımıza çıkmaya devam eder. Aniden istifa eden bir personel en kısa sürede çıkış yapmak için ihbar günlerinin parasını ödemeyi bile göze alıp ertesi gün gider ise, kalan işleri kimin yapacağı konusunda biri mutlaka istemeden de olsa patatesi avucunda soğutmak zorunda kalır. Birilerine pas vermek istese de bir anda etraftakiler ya duvara ya da ekrana bakıyor olurlar. O zaman da patatesi çürütmeden muhafaza etmek düşer birgün püre yapımı için senden alırlar ümidiyle.

Hot potato malesef ki bir kaçış yöntemi değildir. Bazen iş hayatında gerçekten bunu yapmak gerekir ama birilerini yakmamaya dikkat ederek. Çünkü doğru savunma ve mevcutu yönetmek güç durumlarda bu şekilde olabiliyor.

Benzer hallerde her ne olursa olsun fazla kafaya takmadan, pozitif düşünceden çok uzaklaşmadan sağlam bir duruş sergilemek en makulu. Mütevazilikle enayiliği birbirine karıştırmadan az kızgınlık göstererek uygun bir model davranışta bulunmak uygun olacaktır. Çünkü davranış modellerimiz bize bu yolda çok lazım olacak gibi duruyor.

14.03.2012

Asansör Halleri


Hergün binip çıktığımız, binip indiğimiz bir yer asansör. Kısa zaman tüneli. Yanımızda tanıdık, tanımadık, yalnız veya tek olduğumuz, müzikli-müziksiz, eski-yeni, aynalı-aynasız, paspaslı-paspassız, geniş-dar, hızlı-yavaş, yarı açık-kapalı kabinler... 

Asansör hallerimiz var ve o kısa sürede aklımızdan geçirdiklerimiz. Teksek içeride aynada son rötuşların, saç düzeltmelerinin yapıldığı, dudak parlatıcılarının tazelendiği ya da son iki fıs fısın sıkıldığı, kravatın derlenip toparlandığı, kapıdan girmeden önce kendimizle kaldığımız alanımızdır asansör. Zaman yönetiminde kurtarıcı mekan. Asansörde sürerim, takarım, hallederim, bakarım yeri. 


Tek olduğumuz zamanlar ne kadar özgürsek yanlız olmadığımız zamanda ise bir o kadar kısıtlı olduğumuz,  koruma alanımızın daraldığı yer. Güler yüzlü "günaydın"ların, "iyi akşamların", "bitse de gitsek"lerin söylendiği  ya da odun gibi girip çıktığımız yer.

Tanıdık insanlar var ise özgür alanımız sayılsa da tanımadıklarımızla sessizliğin, garipliğin mekanı. İçindeyken saymayı bilmiyormuş gibi gözlerin kat göstergesine baktığı, gün boyu aklından çıkmayan o stres anının her katta yeniden yaşandığı, tanışmadığın ama nerede çalıştığını-kime geldiğini merak ettiğin insanların hangi katta ineceğini öğrendiğin, ne giymiş, acaba karşıma çıkar mı gibi bazı soruların cevabının alındığı, birkaç cm yanında durana şak diye bakmamak için genelde kafanı yukarı-aşağı ışığına sabitlediğin, kapıların açılması ile önden buyur dercesine yol verene "kibar", "centilmen", "gözüme girdin aferin" dediğin apartman, iş, hotel, hastane, okul, alışveriş merkezi, spor salonu asansörleri.  Her ne kadar beklemesi en sıkıcı olan yer alışveriş merkezlerinde olsa da bazen süpriz karşılaşmalara sebep olması ile hemen unutuluverir bekleme sıkkınlığını ya da ortak amaç uğruna (sigara, kahve) girildiğinde içinde yeni bir küme açar size.  Bir de klasik "Ay hepimizi alır mı acaba? Alır canım zaten kaç kiloyuz ki" klasiği vardır.

İşte bu yer kimi zaman ışıklı bir mazara, kimi zaman kapkaranlık bir yolu serer önünüze. Gözgöze gelmekten çekindiğiniz biri ile bindiğinizde o güne kadar ceketinizde, montunuzda fark etmediğiniz deseni keşfetme fırsatını sunar hani o kadar derin bakar gözler sığınacak yer bulunca. Mesai başlangıcı veya bitiminde çekindiğin bir üst ile girdiğinde birkaç saniyenin dakika olduğu, "acaba bişey sorar mı", "ay o iş ne olmuştu", "of şimdi yandık soracak gene bak bugün de sonuçlanmadı" duygularını yaşatan, birşey ortaya atıyım da laf oraya gelmesin diye maç, hava, çoluk-cocuk ile ilgili genel soru arama motorunu çalıştırdığımız  ya da hiç beklenmedik yaklaşımı ile "aslında şeker gibi biriymiş be" demenize sebep olan süpriz dolu yer.  


Hayatımızın içinde asansör hallerimiz bunlar...Ama bazıları var ki karşınıza ne çıkacağı hiç belli olmaz :)


Lütfen linke tıklayın...

29.02.2012

Boohoo ile RengaRengaRenk

Karlı soğuk günlerin içinde baharın gelmesini beklerken desenleri ile çiçek açacağımız günler çok yakında :)







Özellikle çiçek desenli modelleri kendime çok yakın hissetmesem de bazen değişiklik denenebilir geliyor.


Fermuarlı modelleri tek geçebilirim. Hem aksesuar hem de model olarak fermuarı cok seviyorum. Tshirt üzerinde, pantolonların paçalarında, bluzların kollarında vs...Ve elbiselerde ise önden fermuarlı modeller harika.




Geçen yıldan beri Bcbg ve Bebe'de beğendiğim tüllü modeller çoğaldı. Daha şık ortamlar için abartıya kaçılmadan da zevkle giyilebilirler. Bu modeller en güzel de 34-36 bedenlerde hakkını veriyor :)








Ve geldik canlılara... 
Renkleri patlatma olayı bu yaz kesin devam edecek ve çok da güzel olacak.
http://www.boohoo.com/ u ziyaret ederek içinizi açabilirsiniz.






       




             

24.02.2012

Film Gibi Biraz

En sevdiğim çekim örneklerini paylaşmak istedim. 2012 Guess İlkbahar&Yaz sezonunun çekimleri film gibi... İnsanı kuma, güneşe çağırdığı gibi huzura ve mutluluğa da çağırıyor sanki.

Üstelik renkler siyah beyaz olmasına rağmen etkisi rengarenk !







7.02.2012

Fark Edilen Tüm Anlara (2007)




BAZEN YILDIZLARI SÜPÜRÜRSÜN!

Bazen yıldızları süpürürsün farkında olmadan
Güneş kucağındadır bilemezsin
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür
Ciğerinde kuruludur orkestra duymazsın
Uçar-gider koşsan da tutamazsın

William Shakespeare



Sabah 06.30 telefonumun hafta içi alarmı çalıyor. Kalkmak istemiyorum. Ve... 10 dakika sonra yeniden alarm. Alarm müziğim ise Gökhan Kırdar-Üstüme Basıp Geçme. Ne çok dinlemiştim bir ara. Bir hatırası bile yoktu oysa. Ve artık kalkmam gerek. Alarmı ileri ata ata saat 07’yi çoktan geçmiş bile. Yorgun bir uyanış. Alıştığım bir varlığın birden hayatımdan çıkışı. Hafifleyeceğime daha ağırım sanki artık. Her sabah yüzümü yıkadıktan sonra kahve için düğmesine bastığım ısıtıcıyı bile kullanmamışım uzun zamandır.

Ve farkındalıklar başlıyor yeni günle beraber...

Arabayla işe giderken dalmışçasına önüme bakıyorum. Nasıl oluyor bilmiyorum. Yol akıyor, işe geliyorum ama yol boyunca aslında ben sadece baktığım yerleri buğulu görüyorum. Biraz geç de olsa “fark ediyorum” ne çok sevmişim... İşte bu yüzden kendimi bile “fark edemiyorum”.

“Fark etmek”...
Aklım bu iki kelimeye takılıyor şimdi. Düşünüyorum. Bazen yanımızdayken gördüğümüz hiçbirşeyin farkında olmazken nasıl oluyor da her şey bir anda yüzümüze vuruyor kaybetmişliğin ardından. Günü 24 saat yaşarken herşeyi iç içe yaşamak değil mi oysa olması gereken. Ayırmak mı lazım illa sınırlarla herşeyi. Gün herşeyi barındırmıyor mu zaten içerisinde. Aileyi, işi, stresi, arkadaşı, sevgiliyi... Şimdi bunun kilidini açayım da işlesin-kapatayım da beklesin oluyor mu? Problemli bir dönemde hayatımızdan bir şeyi çıkarınca sanki her şey çözülecekmiş gibi gelse de olmuyor. Değer verdiğim bir varlığın hayatımda olduğu sürece beni nasılda mutlu ettiğini “fark ediyorum.”

Hayatın döngüsünde önce neleri “fark ettiğinizi” düşündünüz mü hiç? Etrafımızdakileri görüyor muyuz, neler-kimler bizi mutlu ediyor, neleri neye göre “fark ediyoruz” öncelikli olarak. Duygusal zekamız karşımızdakilerin duygularını anlamlandırmada ya da karşılaştığımız olayları nasıl yöneteceğimize ne kadar yardımcı oluyor? Davranışlarımızın sebebi olan kendi duygularımızı “fark ettiğimiz” zaman onlarla davranışlarımız arasındaki otomatik sandığımız bağı çözebiliyor muyuz?

Benim bu aralar duygusal tansiyonum yüksek!!!

Sabahları hızlı kalp atışları ile aniden uyanıyorum. Dakikada 100’den fazla atıyor gibi. Gün içerisinde aslında öyle demek istemesem de öyle anlaşılmaya fırsat veriyorum konuşmalarımla. Aynı duygulardan kaynaklanmasına rağmen farklı davranış seçeneklerimin olduğunu “fark ediyorum” yavaş yavaş. Ve basit gibi görünse de tanımını yapmakta zorlandığım şeylerin üzerime bir yük katarcasına beni ağırlaştırdığını “fark ediyorum.” Varlığının “farkındaydım” ama şimdi yokluğunu daha ağır “fark ediyorum.”

Önemli olan kendini “fark etmek” ise içimdeki bu öfkenin asıl sebebinin büyük bir hayal kırıklığı olduğunu “fark ettiğimi” söyleyebilirim.

Duygusal zeka, anlama, ifade etme, anlamlandırma, yönetme... Tüm bu başlıkları biran olsun derinlemesine düşünebilirsek hayatımızın baş rol oyuncusu olmanın elimizde olduğunu düşünüyorum.


Kendi hayatımızı yaşarken bazen baş rol oyuncusu ile onun en yakın arkadaşı arasında gidip geldiğiniz oluyordur değil mi? Dar zamanların işi değil elbette tüm bunlar... Sadece biraz “farkındalık.”


Öyle İşte:
Beş yıl önce Hurriyet Gaz.'nin İnternet Agora Dergisi'nde yayınlanmıştı yazım. Serdar Turgut'un Agora'sında amatör yazarlara yer veriliyordu.  Bu yazı için ufacık bir para almıştım. :)
Kişisel Gelişim (Kigem) Dergisi'nde de yayınlanmıştı.

2.02.2012

Kozmetik Sabitlerim

Makyaj yapmayı seven ve kozmetik ürünlere meraklı biri olarak makyaj tarzlarına daha  dikkatli bakarım genelde. Dönem dönem kendi makyaj tarzımda farklılıklar yapmak istesem de bu yeniliğe pek açık olmadığımı düşünüyorum.Kullandığım ürünler yıllar içinde oturdu. Hepsi farklı markalara ait ama birbirlerini bütünlüyorlar yüzümde. Eski resimlere baktığımda ne gereksiz ürünler kullandığımı, yüzümün kaldırmakta zorlandığı şekilde makyaj yaptığımı görüyorum. Zamanla insan daha doğala dönüyor. Doğal ama yine de birşeyler sürmüş halde :)


Kullandığım ürünleri kendi makyaj kutuma ayna tutacak şekilde paylaşıyorum. Bu ürünlerin kendinize ait tonlarını denemeniz için öneririm. Makyaj çantamda az ama gerekli ve kullanışlı olan ürünler genelde bulunur. Çantam küçücük olacağı zaman bile parlatıcı, allık ve fırçam illaki içine konur.

Haftasonu ve gece genelde Maybeline Dream M.M kullanıyorum. Fondöten sevmediğim için bu ürün harika. Kadife kremsi bir yapısı var. Yapışmıyor ve renk tonu farklılığı olmuyor hiç. İnsanın yüzüne de yapışmıyor. Üzerine pudra veya allık sürülebilir. Pudra ve allık olarak profesyonel makyaj ürünleri markası Kryolan süper. Eğer ışıltılı allık önerisi isterseniz Mac önerilir.





 


Rengarenk göz kalemlerini çok severim. Siyah favorim olsa da lacivert benim için ayrı bir yerdedir. Hele bir de hafif akmış gibi bir duruşu olursa...

Göz altı aydınlatıcısı olarak Pastel'den memnunum. Likit ürünlere malesef ısınamadım. Göz kalemi ve rimel ikisinde ise Loreal. Kışın göz makyajının daha önde olması hoşuma gidiyor. Yazın hafif yanık tene az allık ve parlatıcı yetiyor zaten.

Parlatıcı Victoria's Secret Beauty Rush.
Son zamanlarda beğeni toplayan mat ruj için Mac A91'e mutlaka bakın derim.





Şimdilerde merak ettiğim ürün, hem allık hem de parlatıcı olarak kullanılabilen ve Sephora'larda satılan Benefit Benetint. 


Kozmetikte pek çok marka var elbet. Ben kendi tarzıma uyan ve kullanımından memnun kaldığım markalı ürünleri size aktardım. Yoksa çok geniş olan bu yelpaze asla bizim dünyamızda bitmez. Kozmetik benim için süslülük değildir sadece, kendimi daha iyi hissetmemi sağlar. Kullanılmasa bile çantadaki kimlik kadar gereklidir ki varlığı başağrısına bile iyi gelir.








30.01.2012

Kar ve Şiir




*Kar*ı ne kadar ozlemisiz meğer. Beyaz rengin verdigi huzur, işten&okuldan yırtma hissi, pencere önünde seyir, bir mutluluk bir huzur sonra biraz hüzün... Biraz anı geçmişe, biraz umut geleceğe dair...Hani o kdr güzel ki bu beyazlık (yolları,dısardaki canlıları, negatif yaşattıkları olmasa) arada bir isteğe bağlı yağdırabilsek, örtse herşeyi. Sonra kabuk soyar gibi kaldırsak, çamuru pisliği kalmadan temizlense. 





KAR YAĞIYOR
Lambayı yakma, bırak,
sarı bir insan başı

düşmesin pencereden kara.
Kar yağıyor karanlıklara.
Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum.
Kar...
Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar...
Ve şehir kör bir insan gibi kaldı
altında yağan karın.

Lambayı yakma, bırak!
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.

Nâzım Hikmet RAN


KAR VE BEN
Esiyor tane tane yine beyaz bir rüzgar.
Söyleyin hangi kuşun kanatları yolundu?
Yine hangi ağaçtan döküldü bu yapraklar?

Yağan beyaz bir sükut, bir mahşerdir sanki kar!

Bir hicret sevdasıdır ruhumu sardı yine.
Ruhum gibi pervasız yoldaşlar da bulundu.
Ruhum karıştı gitti bu kar tanelerine;

Şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine.

CAHiT SITKI TARANCI


KAR
Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.

Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram...

Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.

Ahmet Muhip Dıranas






16.01.2012

Ofisteki Çıt Çıt Sesleri


Kara Pazartesi diyerek girilen ofiste henüz erken saatlerdi. Tesadüfen kağıt çöpüne doğru yol alırken nasıl göz göze geldim bilmiyorum ama gerçekten orada duruyordu öylece. Daha önce duyduğum ve garipsediğim o sesler, yapılan eyleme işaretti sonuçta. Kağıt çöpünün hemen bitişiğindeki bu minik parçaçık tam bir kanıttı ofis ortamında tırnak kesenlerin varlığına.



Farklı ofis alışkanlıklarımızın olması doğal elbet. Günümüzün 8-9 saatini geçirdiğimiz bu ortamda kendi özel işlerimizi de halledebilmek zorunda kalıyoruz çoğu zaman. Bilgisayarda halledilebilen işlerimizin haricinde eylemsel olarak yapılabilecek pek çok şey sayılabilir. Ancak tırnak kesmek çok itici değil mi gerçekten. Her tırnak iki çıttan kesilse yirmi kere çıt duymak tahammül sınırlarını zorlar mı? Bu işi tuvalette yapmak uygun olabilir de masada oturup çöpe isabet ettirme çabasıyla süreci tamamlamaya çalışmak (ki görüyoruz arada uçan olmuş) bu ve benzeri işleri yapmak için bulunduğun mevkiinin verdiği güvene dayanabilir mi? “Evet senle ilişkimiz sıkı sıkıya bağlı ama gerektiğinde tırnak keser gibi bir iki çıtla koparırım seni” der gibi belki de. Ya da tam tersi “umrumda değil hiçbir şey keserim allah allaaah!”



Etkilenme seviyelerimiz farklı elbette olaylardan. Ancak bu işlerin kabul edilebilir bir sınırı olduğunu unutmamak gerek.



Ofis sınırlarımızda karşılaştığımız pek çok manzara var: topuklu ayakkabının çıkardığı aşırı ses, masada oje sürülmesi ve kokuya gel durumu, aşırı kolonya sürme eğilimindeki personel, oda spreyi kıvamında buram buram kokma, oturunca pantolonun yukarı çıkması ile çorapla ten arası mesafe açıklığı, toplantı odalarının gereğinden fazla sıcak olması ile giderek azalan oksijen ve daraltı duygusu, hüpürterek çay&kahve içme alışkanlığı, özellikle yazın bacak bacak üstüne atınca üstteki bacağı bilekten kıvırarak ayakucunda masa altında ayakkabı sallamak, aşırı stres anında bas-çek kalem çıtlatmak, masa üzerinde en kokanından kahvaltı sofrası kurmak (3 zeytin-2 salam-kıymalı börek), üç dört kere dahili numarasını çaldırıp da cevap alınmasa bile çaldırmaya devam etmek...



Çalışma alanlarımız var. Ve bu alanlarda psikolojik ya da ihtiyaçlar doğrultusunda ofis alışkanlıklarımız. Etkili insanın yedi ofis alışkanlığında farklı sesleri arıyorum.